Mart 10, 2017

“Art Niyetli Filmler Korku Sinemasını Tahrip Ediyor”

Türk korku filmi deyince herkesin aklına gelen birkaç temel şey vardır. Kimisi “Türkler korku filmi çekemiyor” derken, kimisi de başarılı bulmaktadır. Özellikle son 10 yılda cin temalarının daha doğrusu İslami temaların işlenmeye başlanmasıyla her yıl birçok Türk korku filmi çekilir oldu. Sektördeki nicelik olarak artışa rağmen eleştiriler azalmadan devam ediyor. Röportajlık olarak son dönemin başarılı Yönetmenlerinden Özgür Bakar ile bir araya geldik. Yönetmenliğin yanı sıra senaristlik ve yapımcılık da yapan Bakar komedi filmleri yaparken korku filmlerine geçiş yaptı. Bu geçişi başarıyla sürdüren Özgür Bakar ile Türk Korku filmlerini, korku sinemasının geleceğini, oyuncu seçme kriterlerini ve daha birçok merak edilen konuları konuştuk.

Röportaj: Ercan Deniz Küçük

Fotoğraf: Sibel Gülersöyler

ERCAN DENİZ KÜÇÜK (EDK) :  Özgür Bey, size en çok sorulan sorulardan birisiyle başlayalım. Komedi filmlerinden korku filmlerine geçiş yaptınız. Bir dönem güldürürken şimdi korkutuyorsunuz. Bir röportajınızda “Kendi sirkimi kurdum.” diyorsunuz. Bu sert geçişin amacı sadece eğlenmek mi? Yoksa “Bu alanda bir boşluk vardı ve ben bu boşluktan ilerlerim.” mi dediniz?

ÖZGÜR BAKAR (ÖB):  Onu işten aldığım keyfi ifade etmek için söylemiştim. Yoksa tek amacımız bu olamaz. Sinema yapıyoruz sonuçta. Ama “Komedinin geldiği nokta ortada.” diye o gün de söylemiştim. Bugün de seyircinin komedide yaptığı tercihler çok net ortada. Ya o tarzda bir komedi yaparsanız ayakta kalabiliyorsunuz, kendinizi başarılı hissedebiliyor ve insanlara kendi mizah dilinizi geçirdiğinizi hissedip devam ediyorsunuz ya da onların şu anda talep ettiği şeyi yapıyor ve mutsuz oluyorsunuz. Biz o sürede komediyle ilgili enerjimizi televizyon dizilerinde atıyorduk. Çok fazla yazar grubuyla çalıştım. Sit-com’larda, skeç programlarında, komedi programlarında ve mizah dergilerinde komedi üzerine çalışmalarda bulundum. Şu anda televizyonda bir tane bile komedi dizisi yok. Sadece “Güldür Güldür Şov” adı altında başka bir format var. Böyle bir talep kalmadı. Net talep edilen güldürü türünün de Recep İvedik olması, o tarz sinema yapmak istemeyenler için bir kapı bırakmıyor. Sonuç itibariyle ben şu anda korku filmi yapıyorum. Korku filmi benim izlemeyi sevdiğim ve bir gün çok daha büyük bütçelerle yapmayı hayal ettiğim şeydi. Lakin komedinin geldiği nokta nedeniyle biraz daha erkene almak durumunda kaldık. Yine bir komedi yapma lüksümüz olduğunda da ilk etapta bu süreçte yaşadığım durumları hicveden bir komedi yapmayı tercih ettim. O yüzden tamamen ülkenin talepleriyle isteklerimizin uyuşmamasıyla ilgili bir durum.  Ben duruma şöyle bakıyorum: Komedi çok zor bir tür. Daha önce güldürmeyi, eğlendirmeyi seçiyordum. Şu anda insanları korkuturken eğleniyorum. Kendim eğlenmeyi seçiyorum. O yüzden “Kendi sirkimi kurdum.” demiştim. Ama sinemaya aşık bir yönetmen olarak bugün korkuyu yavaş yavaş evriterek bilim-kurguya, “Deccal 2”de de ajan hikayesine çevirdik. Korku filmi unsurlarının yanında bir ajan hikayesi izleyecek seyirciler. Korkunun içine biraz aksiyon yedirmiş olduk. Yavaş yavaş türler arası geçişi sağlayıp çok iyi bilim-kurgu filmleri yapmak istiyorum. Çok iyi macera filmleri yapmak istiyorum. Bir yandan da kalemimiz soğumazsa her fırsat geldiğinde komedi filmi yapmak istiyorum.

 

TÜRK KORKU FİLMLERİ

EDK:  İsminiz artık korku filmleriyle özdeşleşti. Komedi geçmişiniz biraz daha arkada kaldı. Korku filmi senaristi olarak fikrinizi merak ediyorum. Buraya gelirken Röportajlık ekibi olarak kendi aramızdaki konuşmalarda bile tartıştık. Ben başarılı bulsam da “Türkler korku filmi çekemiyor.” cümlesiyle çok sık karşılaşıyoruz. İnsanlar Türk korku filmlerini korkmasına rağmen neden beğenmiyor? Ne düşünüyorsunuz?

ÖB:  Rakam bazında çoğalma olsa da nitelik-nicelik ayrımına geliyor konu. Nitelikli yapıların sayısı az ve bu filmlerin popülaritesinden yararlanmak isteyen art niyetli filmlerin verdiği bir tahribat olarak görüyorum ben bu durumu. “Eşkıya” filminin 80 tane kopyası çıksa ve bu durumdan lanet etsek bu, Eşkıya filminin iyi olduğu gerçeğini değiştirir mi? İyi yapılan korku filmlerini biraz manipüle eden bir durum var bu kalabalık içinde. Normal ticari bir sirkülasyon olarak görüyorum ben bunu. Daha önce de söyledim. Mesela şu anda “Dağ” filminin getirdiği başarıyla önümüzdeki günlerde tv’lerde asker dizileri popülasyonuyla karşılaşacağız. Biz işin arka tarafında olduğumuz için olay şu anda gözümüzün önünde cereyan ediyor. Bir sürü askerli dizi ve film hazırlanıyor şu an. Önümüzdeki günlerde yayına girecek. Bu ticari bir yaklaşım. Ama bu ilk yapılan işlerin görece daha iyi olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Sadece bunun ayırımına varacak kadar birazcık sinefil olmak gerekiyor. Bunları ayırt edenlerle yolumuza devam ediyoruz. Yolumuza devam ettiğimize göre, bize hala şans tanındığına göre demek ki bir yerlere başarılı bulunuyoruz. Bu zorlamayla olacak bir şey değil. Şu an Türkiye’nin en büyük yapımcıları bile bu anlamda bir risk görse ikinci adımı atmaz. Riskli bir tür olsa ya da kötü yapılıyor olsa devam etmez. Kötü yapılan işlerin de zaten bir sıkımlık kurşunları oluyor. Bir daha adlarını duymuyoruz. Sinemasal değeri herkese göre tabii ki tartışılır ama seyirciyi tatmin olarak mutsuz salondan çıkarmamayı hedefliyoruz. Hem neye göre kötü film? “John Wick” de giriyor, “Moonlight” da giriyor. Onlara ne kadar eleştiri getiriliyorsa bize de bizden beklentiye göre o oranda eleştiri getiriliyor. Biz yolumuza devam ediyoruz. “John Wick” mesela, eleştirilse de 3.filmi yapacak. Çünkü sevenleri de var.

Biz dünya ölçeğinde işler de yapıyoruz. Sadece orada artık başka pratikler giriyor devreye. O da nedir? Bizim karşımızdaki rakiplerin 1910’larda demir ağlarla örüp dört bir yana kurdukları dağıtım ağı sistemleri var. Bizim daha öyle bir sistemimiz yok. Bizim Edirne’den dışarı çıkınca 2 fuar, 2 acenta dışında kendimizi göstereceğimiz alanlar daha yeni yeni oluşmaya başladı. Karşımızdaki 100 yıllık bir dağıtım ağı ve empoze edilmiş sinema kültürü. Köylerimize kadar girebiliyorlar. Ama biz giremiyoruz.Evrensellik algısına dahil olmak kolay bir buluş değil. Korku türü avantajlı bir tür. Aşka, mizaha bakış açımızı dünyaya çok kolay kabul ettiremeyebiliriz.  Ama korkunun evrensel bir durumu var. Bazı öğeler bize garip gelebilir. Mesela Uzakdoğu öğeleri gibi. Ama onların burada da kitlesi var. Bizim işlerimizin de onlarda karşılığı olduğunu filmi ulaştırınca çok net gördük. Bu tamamen dağıtım gücüyle alakalı bir şey. Ezcümle sorunun iyi film kötü film odaklı olduğunu düşünmüyorum.

 

“BİZİ, İZLEMEYENLER ELEŞTİRİYOR”

EDK:  Türkiye’de korku filmi deyince akla gelen 3 isim var. Hasan Karacadağ, Alper Metçi ve siz. Bu 3’lüden Hasan Karacadağ röportajlarında “Türkiye’de insanları zombiyle, vampirle korkutamazsınız. Türkler inanmadığı şeyden korkmazlar.” diyor ve daha çok tema olarak cin temasını kullanıyor. Siz Deccal filmiyle bu temadan uzaklaşmaya başladınız. Deccal 2’de iyice uzaklaşıyorsunuz. Türkler de Türk korku filmlerinden korkuyor; ama beğenmiyor. Siz bu bağlamda Hasan Karacadağ’ın bu sözlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

ÖB:  Az önce de söylediğim gibi bizim izleyicimiz bizden memnun. İzlemeyenler bizi eleştiriyorlar. Çok yerde söyledim bunu, “Seyirci halinden memnun.” dedim. Bizi eleştirenler çok başka beklentileri olanlar. Bizi çok ciddi Amerikan stüdyo gücüyle kıyaslayanlar. Kendi otokontrollerimiz bile bazen işi yaralıyor. Deccal’in ilk filminde Deccal’den bahsederken fenalaşan imam sahnesini atmak zorunda kalmıştım sonradan tepki alırız endişesi ile. Belki hiçbir şey olmazdı ama belli olmaz. Genellikle zaten izlemeden ön yargıları olanların bakış açısını değiştirmeye davet ediyorum. Her yerde cin lafını duymaktan kusacak noktaya gelmiş adam artık. Ona da bir şey diyemiyorsun ve hepsini bunlardan ibaret sanıyor. Can Evrenol, “Baskın” diye çok başarılı bir film yaptı. Dünyanın her yerinde gösterildi, bütün dergilerde kapak oldu. Entelektüel tayfa da hemen destekledi. Onların görmek istediği şeyi yaptı çünkü ama ülke sınırları içinde gerekli ilgiyi göremedi. İkisinin arasını tutturmayı hedef ediniyorum. Seyirciye yeni bir şey gösterirken oturmuş hafızasından faydalanma. Bu da emekliye emekliye olacak bir süreç. 2 bebek büyütüyorum sabrım var 🙂

Hasan Abi’nin söylediğine gelirsek, dönemi için çok doğru bir saptama. Biz de defalarca belirttik bunu.  Ama ben artık değişimin eşiğine geldik diye hissediyorum.

EDK:  Doydu mu seyirci?

ÖB:  Aslında doymadı. Doyulacak bir şey yok. Her zaman bir köşede durmalı bu tema. Çünkü hala Amerikalılar da, Avrupalılar da exorcism temalı filmler yapıyor. O, türün içinde bir tür. Bu tür bir yandan iyi yapılmaya devam etmeli. Ama yine bizim öğelerimizle harmanlayarak bir vampir hikayesi yapılabilir. Şimdi bunun üzerine bir taslak çalışmaya başladık. Anadolu vampir hikayeleri üzerine… Mitolojik alt yapısını da bulduk. Biz 1800’lerde Osmanlı köyünde yaşandığı iddia edilen bir vampir hikayesi deneyeceğiz. Böyle bir risk alırken Osmanlı’yı koyuyoruz içine. Vakanın önce bir cin vakası gibi zannedilmesi gibi ufak hileler yapıyoruz. Finalde bir vampire bağlayacağımız bir film denemek istiyoruz. Denemeden bilemeyeceğiz. Doğru yapılıp yapılmadığını anlamak lazım. Baskın bence doğru yapılmış denemeydi. Senaryoları beraber yazdığım Alper, “Gassal” diye bir şey denedi, başarılı olmadı. Ben “Helak”ta bir şey denedim, başarılı olmadı. Finalde sevildi; Hatta şu anda açıkara kendi izleyicimin favorisi ama seyirci nezdinde o anda tepki alamadı. O dönem aslında biraz geçiyor gibi. Bu kötü filmlerin tahribatı şerden hayır doğuracak gibi.

 

KORKU FİLMLERİNİN GELECEĞİ

EDK:  Dönemlere girmişken, bir dönem korku filmlerinde gençlerin başlarına gelen olaylar işlendi. Bir dönem şeytan teması işlendi. Şu an cin teması işleniyor. Siz “Vampirleri deneyeceğiz.” diyorsunuz. Bundan sonra korku sinemasında nasıl bir dönem bekliyorsunuz?

ÖB:  Dünya sinemasında alt türlerin hepsi birbirine geçmiş durumda. “Her” diye bir film yapıldı. Çok da beğenerek izledik. Filmin özüne baktığın zaman ütopik bir zaman diliminde, gelecekte geçiyor. Çok stilize bir iş. Filmin ortaya koyduğu farklılık bilim-kurgu anlamında, artık makinalarla yapay bir sesle aşk yaşayabilme durumu. Ortaya bu farklı ürünü koyduktan sonra geri kalan bütün alt yapısını binlerce kez izlediğimiz bir romantik komedi, aşk filmi matematiği üzerine kurgulanmış. Şimdi artık sinema böyle bir yere gidiyor. Biz de farklı ne yapabiliriz diye düşündük;

“Deccal 2”de çok ciddi dövüş sahnelerimiz var. Bir kıyamet alameti üzerinden gidiyoruz. Dünyanın üzerindeki değişiklikler üzerinden gidiyoruz. Göller çöl oluyor, artan depremler, açlık vs gibi insanların uzaktan uzağa korktuğu öğe üzerinden aksiyon filmlerinin belli akslarını yerleştirerek şeytan teması üzerinden gidiyoruz. Değişik bir şey yapmaya çalıştık. Çok da seyirci odaklı bir şeyler yapmaktan herkes sıkıldı. Seyircinin de elinden tutarak seyirciyi değiştirme çabası söz konusu. Hem onların istediklerinden hem bizim istediklerimizden bir harman yaparak böyle bir evrim yoluna gideceğiz. 1-2 sene içerisinde sonuçlarını göreceğiz.

EDK:  Sizin başarı kriteriniz kaç seyircidir?

ÖB:  Bunu rakam olarak söyleyemem. Ben devam edebiliyorsam yaptığımız iş başarılıdır demektir. Bunun bir karşılığı var demektir. Para koyan insanların mağdur olmadığı, seyircinin girip çıkarken mutsuz olmadığı anlamına gelir. “Ortalama bizizdir.” diye düşünüyorum. Bir filmin potansiyelinin Türkiye’de çok tutarlı saptaması yapılamaz. Ama sorsan herkes her şeyi bilir.

Biz “Deccal”i girdiğimiz gün çok büyük beklentimiz vardı. Reklam çalışması çok iyi yapıldı. Tarihi çok uygundu. Ama bizim girdiğimiz gün terör eylemi oldu. Bir anda bütün dengeler değişebiliyor. Buna rağmen yine başarılı buluyoruz kendimizi. (ha memlekette hiç bomba patlamasın biz simit satarız yine yaşarız orası ayrı konu) Ama diyoruz ki aslında daha da başarılı olacaktı.” Azazil”i girdiğimiz gün “Dabbe 5”in programsız araya dalması, 3 tane korku filminin bir araya gelmesi gibi beklenmedik şeyler de oluyor. Bu gibi yurt dışında olmayan; ama bizde bütün dengeleri değiştirecek şeyler gibi bazı tersliklere rağmen başarılı olma durumunu konuşuyoruz. Başarının sağlamasını yapabileceğimiz tek şey devam edilebilir olması. O ekip, o yapımcı, o yönetmen devam edebiliyorsa başarılıdır. O yüzden o anlamda Hasan ve Alper abinin istikrarı bence çok önemli hep çıtayı yükselterek gidiyorlar. Diğer kulvarı sürükleyen Can’ın da yeni filminin aynı rüzgarı devam ettirmesini diliyorum. Hem yapana hem izleyene pozitif geri dönüşleri olacaktır bu gidişatın.

 

KORKU FİLMİ SEYİRCİSİ ORTALAMASI NEDİR?

EDK:  Türkiye’de ortalama korku filmi seyircisi rakamları nedir?

ÖB:  Ortalaması 200 bindir. İstikrarlı olanlar bunlar. Bu rakamlara aldanıp film yapanları hesaba katamayız. Çünkü onun 2’inci, 3’üncü filmi yaptığını görmemiz lazım. Geçen sene 60-70 film yapıldı. Bu filmleri yapanlardan 3 kişi hayatına yine devam ediyor. Her sene böyle oluyor. Yeni 60-70 kişi daha geliyor. Ama her sene yine, 2. filmini yapan en fazla 3 ya da 4 kişi oluyor.  İş o kadar merdiven altına düşmüş durumda ki… Bir filmi stilize etmek için fotoğraf makinesiyle çekmek başka bir şey; o filmin doğasının kaldıramayacağı bir ölçekten dolayı, filme hakaret eder gibi o filmi fotoğraf makinesiyle çekmek başka bir şey. Ben de mesela belgesel niteliğinde bir iş yaptım. O filmin doğası onu gerektirdiği için ben de DSLR bir makineyle çalıştım. “Aman hemen bir film çekeyim de onu bir an evvel vizyona sokayım, ne de olsa sadece afişinden girerler.” diyerek elindeki fotoğraf makinesiyle sete koşmanın çok ağır bir cezası oluyor. Kendi psikolojisine de çok ciddi tahribat yaratıyor, maddi durumuna da sektöre de yara veriyor. Yani hiçbir şekilde hayırlı olmuyor. Sektörden olanların sektörden olmayanları kandırma malzemesine dönüştü korku türü. Adama evini sattırıp iki ev parası geri vericez deyip korku filmi çektiriyorlar. Genelde bunlar korku filmi setinde çalışmış ya makyöz ya ışıkçı arkadaşların bir anlık heyecanlarından doğuyor. İşin batağına saplanınca iş işten geçmiş oluyor. Hepsi pişman oluyor ama toparlaması imkansız bir noktaya gelinmiş oluyor.

 

YAŞANMIŞ GERÇEK BİR HİKAYE İDDİALARI GERÇEKÇİ Mİ?

EDK:  Türkiye’de özellikle son dönemde korku filmlerinde çok kullanılan bir tabir var. “Yaşanmış gerçek hikayeden alınmıştır.” Siz de “Azazil” filminizde “Salih Memişoğlu’nun yaşadığı olaylardan kurgulanmıştır.” diye isim de veriyorsunuz. Gerçekten bu olaylar yaşanıyor mu? Yoksa filmin izlenmesi için kullanılan bir pazarlama tekniği mi?

ÖB:  %99’u pazarlama için kullanıyor. Ama %1 de şöyle bir gerçeklik payından bahsedeyim: Bizden beklenti röportajlarda bu durumu güçlendirmek adına, “A tabii ki yaşandı.” dememiz. Ama seyirci eski seyirci değil. “Azazil”de filmin kendisinin bu olaya, son dakikaya kadar bir bakış açısı vardı. O dakikaya kadar senarist yönetmen  yönetmen bakış açısı vardı. Şunu dedik: “Bu olayların tamamı yaşayan kişi için gerçek, dışarıdan bakan kişi için tıbbi bir vakadır.” Son dakikada seyircinin beklentisi adına bir şov sahnesi yazıyorsunuz. Filmin son dakikaya kadar olan bakış açısı benim reel bakışım. Evet, insanlar bir şey yaşıyor. Bu onun için gerçek bir hikaye. Benim eşim zaman zaman benim evde olmadığım zamanlarda bir gölge gördüğünü söylüyordu. Bu onun için gerçek bir durum. Bu tip olaylar yaşayan insanları rahatlatmayan ilaçlar, tedavi yöntemlerinin sonunda bir şekilde bu alanda hizmet veren kişilere gözüktükten sonra rahatlamaları bir delilse -psikolojik olarak bile olsa- bu o kişi için gerçek bir hikayedir. “Gittim ve hoca beni kurtardı.” diyor. Bunun gibi vakalar da filmler de var. “Emily Rose” diye bir kadın yaşamış. O gerçek. Ama tıp buna “Şizofrenik bir vaka.” diyor. Ama kadın için öyle değil. Uzaylı dediğimiz bir olgu var. Ben bu söylemin ileride çok değerli olacağını düşünüyorum. Bir de cin dediğimiz bir şey var. Bir sürü de fantastik olay yaşadığını söyleyen ve bunu cinlere bağlayan insan var. Uzaylı derken farklı yaşam formlarından bahsediyorsak cin zannettiğimiz şey ileride uzaylı çıkabilir. Eğer bir gün reel bir şeye bağlanırsa bu uzaylı çıkabilir. Biz bunu “Ammar”da dile getirdik. O yüzden gerçek hikayeden alınmış ifadesi pazarlama tarafı ağırlıklı olsa da ayakları yere basan bir tarafı da var. Sadece çok fazla bilimi kötüleyerek iş yapmamaya özen gösterdim. Her zaman önceliğim bilim oldu. Korku unsurları vs. işin baharatı. Ama çok da fazla övmemek, çok da fazla bel bağlatmamak gerekiyor seyircide yanılgı yaratmamak için.

 

ÖZGÜR BAKAR KİMLERDEN ETKİLENDİ?

EDK:  Dünya sinemasında etkilendiğiniz isimler kimlerdir?

ÖB:  Korku sinemasında Türkiye’den etkilendiğim hiç kimse yok. Ama sinema yapış biçiminde etkilendiğim çok isim var. Çok çömezken Talip Karamahmutoğlu’yla çalışma fırsatı buldum. Tolga Örnek ile bir dönem çalışma fırsatım oldu. İş yapış şekillerinde etkilenmiş çok şey öğrenmişimdir. Biçim olarak Türkiye’den etkilendiğim kimse yok. Yurt dışından isimler var. Ben biraz eski kafalıyım, çok klasikçiyim. Alfred Hitchcock, John Carpenter, Tobe Hooper var. Bazen de başka türlerin bakış açılarını kültürüme katmak için mesela Tarkovski, Ken Loach, izlemeyi severim.  İşini iyi yapan yönetmenler ortada. David Fincher’ı mesela çok çok beğenirim. Danny Boyle’u çok beğenirim. Arrival’ın yönetmenini yeni keşfettim. Takibe alacağım.

EDK:  Korku filmlerinin hazırlık süreçlerini de konuşalım istiyorum. Bir hikaye duyup üzerine kurgu mu yapıyorsunuz? Yoksa şehir şehir gezip hikayeler dinleyip bunları araştırıp mı ilerliyorsunuz?

ÖB:  Hazırlık süreciyle hikayeyi yazma süreci birbirinden farklı şeyler. Biri çok teknik bir aşama. Bu teknik aşamaya hazırlık süreci benim mütevazi olamayacağım tek konudur. İnanılmaz ter döküyorum. Çok fazla film yapıyoruz. Bu kadar hızlı ve sık çalışırken hata yapmamak, sinema sanatının genel hatlarını tutturmak adına çok iyi hazırlanmanız gerekiyor. Benim ön hazırlık dosyam külliyat boyutuna geliyor. Sette hiçbir şeyi şansa bırakmıyorum. Her şeyin önden bitmiş olmasını seviyorum. Filmin masada bitip, bizim sadece kayıt tuşuna basmamızı istiyorum. Benimle çalışan insanlar da bunu çok iyi bilir zaten. Herkes benimle beraber filmi önceden çekmiş olur. O yüzden işin teknik tarafına endüstriyel kafayla bakıyorum. Hikaye kısmına Alper’le kafa yoruyoruz. Genelde aynı kaynaklardan besleniyoruz. Özellikle kitap ve izlediğimiz yayınlar konusunda. “Deccal 2”nin finalinde bir tirad yazdık. Baktığınızda çok sosyalist bir tirat gibi duruyor. Ama bizim “Deccal”i anlayışımızın vücut bulduğu haldi o. Bizim beslendiğimiz kaynakların bize kazandırdığı dünya görüşünden kaynaklanan bir durumdu bu. Oraya yansıdı. Filmin bütününü oluştururken de yansıdı. Biz “Deccal”i bir kıyamet alameti olarak işledik; ama şu anda yaşadığımız bütün sorunların bir yere toplanmış bir bebek üzerinden bakıldığı hale getirmek için yola çıktık. Bir bebek üzerinden metaforize edip bütün insanlığın yaşadığı her şeyi dile getirdik, bebek bahaneydi. O yüzden “Deccal”de olduğu gibi genelde, etkilendiğimiz yazarlar, belgeseller vs. önemli oluyor. Bir araya geliyoruz. Bazen takıldığımız ve üzerinde anlaşamadığımız bir konudan bizim girdiğimiz çatışmaya seyirci de girer ümidiyle bir çatışma yaratıp hikaye kurgulamaya çalışıyoruz. Mesela “Azazil”de de bilimsel bakış açısıyla şu anda açıklayamadığımız şeylerin var olma ihtimali ve burada bir süper kahraman gibi bu işleri çözen bir adam üzerinden filmin sonuna kadar çatışmayla kuvvetlendirerek bir hikaye oluşturduk. Yani Akın karakteri gözlerinin önünde olan paranormal olayları izleyicinin bilim vicdanı olarak konumlandırıldı. “Deccal”de mesela biz bütün bu kötülüğü oluşturan bir şey, bir üstakıl olduğunu düşünüyoruz. “Biz bunu nasıl anlatırız?” yoluna gittik. Bunu bizim toplumda net olmasa bile genel olarak dini bakış açısında yeri olduğunu fark ettik. Hem orada hem bizim hayat görüşümüzde olan bir şey. Bunu oturup tartışmaya başladık ve bir bebek üzerinden kurguladık. “Helak”ta benim kendi başıma kalıp, cin filmi yapmak istemediğimi düşündüğümde, herkesin ortak korkularından yola çıkarak ölüm korkusu üzerine gitmek istedim. Elimizdeki verileri topladım. İnsanlar neye inanıyor? Her şeye bakıp bir matematiğin üstüne oturtma çalışması oluyor ondan sonrasında. Artık izleyicinin empati kuracağı bir karakter koymak, bir olay örgüsü yaratmak gibi detaylar kalıyor. Genel olarak hepsinin ayrı ayrı yola çıkma hikayeleri var. Yola çıkma şeklimiz genelde tartışarak oluyor.

 

KORKUYOR MU?

EDK:  Halk içinde 3 harflilerle çok uğraşanlara “3 harfliler gelir.” denir. Araştırma sürecini çok yoğun geçiriyorsunuz. Peki bu kadar araştırmalardan sonra korkmuyor musunuz?

ÖB:  Yok, korkmuyorum. Bu kadar film yapmışım, başıma şu ana kadar bir şey gelmedi. Geleceğine de inanmıyorum. Bu korkuyu büyütmek gibi bir niyetim yok benim. İnsanlar filmden çıktıktan sonra tuvalete gidemesin diye filmler yapılıyor. Ben o heyecanı salonda yaşayıp salonda bıraksınlar istiyorum. En son “Lion”u izledim. Filmi izlerken gerçekten çok üzüldük. Bizim de çocuğumuz var. Ben film boyunca eve gidip çocuğuma sarılmak istedim. Finalde de sevinçten ağladık. Bize bütün duyguları yaşattı film. Türkiye’de yapılmaması için hiçbir sebep olmayan, çok düzgün, Oscar adayı bir filmdi.

EDK: “ Ammar” filminizin başında kabus gören karakter bir anda sıçrayarak uyanıyor o sırada ezan okunuyor. Halk içinde ezan okununca sıkıntılar biter şeklinde bir inanış da var. Siz anladığım kadarıyla Anadolu’daki halkın inanışlarından da etkileniyorsunuz.

ÖB:  % 100 tabii ki. Bilimsel taraf bizim senaryoyu köpürtmemize yarıyor. Üretilenlerin tamamı aslında bu söylediğin şeye dayanarak üretiliyor. Bizim filmlerdeki farklılığımız o. Mutlaka bunun karşıtı bir karakterle yola devam etmeyi seviyoruz. Salonda her tipten insan oluyor. Film sadece o sırada salonda film izleyenler için yapılmıyor. 30 sene sonra da izlenebilir. Sinema sonsuzluğa bırakılan bir eser. O yüzden filmdeki konuyu her bakış açısıyla ele alıyoruz. Mesela ezan sesi gibi olaylar bana sinemanın içinde çeşitlilik katıyor. Ezan sesi çok güzel geliyor kulağa. Büyü malzemeleri mesela çok renkli. Yabancı sinemacının da elinde olsa bu denli yoğun kullanır. Sabunlar, dikiş malzemeleri, kemikler, kurutulmuş etler vs. Doku olarak sinemaya çok uygun.

 

OYUNCU SEÇERKEN KRİTERLERİ NELER?

EDK:  Oyuncu seçimlerindeki kriterleriniz neler?

ÖB:  Oyuncuda kusur arıyorum. Bir kadın oyuncu seçeceğim zaman taş bebek gibi birinin sinemaya yakıştığını düşünmüyorum. Daha böyle hatları kusurlu insanlar arıyorum. Kusur derken bunu kötü anlamda söylemiyorum. Daha asimetrik. Bu komedi için de geçerli. Manken esprisi yapmıyorsam, daha sıradan güzelleri seçerim.

EDK:  Filmlerinizde kimleri oynatmak istersiniz?

ÖB:  Ben çok büyük castlarla çok büyük bir korku filmi yapmak isterdim. Şener Şen’in oynadığı bir korku filmi neden olmasın? “Şeytanın Avukatı” tarzı bir şey yapsak, biz de kendi Al Pacino’muzu çıkartsak… Hem sistem eleştirisi biçiminde olan hem de görsel olarak çok üst düzey bir film yapıyor olsak… Şener Şen neden oynamasın? Demet Akbağ neden oynamasın? Ben bunların yakın zamanda mümkün olacağını düşünüyorum.

EDK:  Türkiye’nin dünya sinemasındaki yerini de konuşalım. Özellikle de korku türünde Oscarlık bir film çıkartamamanın nedeni sadece ekonomik midir? Yoksa senaryo anlamında mı yetersizdir Türk sineması?

ÖB:  Kültürel olarak bir erozyon halinde olduğumuzu düşünüyorum. Sistemli olarak önce Menderes, Özal döneminden beri eğitim üzerinde yapılan tahribatın bu sonuçları doğurduğunu düşünüyorum. 80’den önce çok yerli filmler üretilmiş. 80’den sonra sistemli olarak eğitim ideolojisinin değişmesiyle gelinen bir nokta var. Bir an evvel bu anlamda bir yapılandırma yapılmalı. Biz belki çok erken yaşta dünya klasikleriyle tanışsak, enstrüman çalmaya çalışsak farklı olabilirdi. Bu anlamda yakın dönemde yapılan en önemli çalışma Köy Enstitüleri’ydi. Devam ediyor olsaydı çok farklı, oturmuş, her alanda ülkemizin akla geleceği bir dil oluşturulabilirdi. Şu an çok geç kalınmış durumda. Ben de arayış içindeyim. Benim bir dönem üstteki ustalarım için de aynı şey söz konusu. Daha eski ustalar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Onlar aramışlar, belli bir şey bulmuşlar. Yavuz Turgul, Lütfü Akad, Metin Erksan şu anda ilk aklıma gelenler. Ben Atıf Yılmaz’ın bu arayış esnasında söylediği bir şeyi biliyorum. Minyatür kütürümüz var Minyatür’ün bakış açısını ben sinemaya oturtabilir miyim diye 2 boyutlu çalışmalar yapıyor çekimlerinde. Bu arayış bile çok değerli. Şu anda böyle bir şey yok. Biz de kendi içimizde iyi niyetli çalışmalar yapıyoruz; ama genel bir çözüm bulunması gerekiyor. Bu da sil baştan bir eğitim politikasıyla olur. İdeolojiden arındırılmış kültür sanat ve bilim merkezli… Korku filminde nasıl popüler durumdan faydalanmaya çalışan kitle bizi nasıl tahrip ediyorsa, Nuri Bilge Ceylan tarzında filmler çekmeye çalışan, sadece festival izleyicisine odaklanan, yaptıklarına kendilerinin bile inanmadığı bir sürü film üretiliyor. Bizim yaşadıklarımızın aynısı orada da yaşanıyor. Bu üstünde çalışılırsa 15-20 yıllık bir süreç. Hindistan sinemasının yaptığı şeyi yapamıyoruz. Size Hint filmi deyince aklınıza birçok görüntü gelir. Renkleriyle, kıyafetleriyle, diliyle vs. Seversin sevmezsin. Dünyanın hiçbir yerinde Türk sineması dediğiniz zaman kimsenin aklına bir şey gelmiyor. İsimler geliyor. Ben Fenerbahçeliyim. 2000’lerin başında yurt dışına çıktığım zaman “Galatasaray” diyorlardı. Onun gibi bir şey, şimdi Türk sineması dediğiniz zaman Nuri Bilge Ceylan geliyor. Bu bireysel bir başarı. Geneli etkilemiyor, değiştirmiyor.

 

YEŞİLÇAM SİNEMASI

EDK:  Yeşilçam 100 yaşını geçti. Hababam Sınıfı, Gülen Gözler, Bizim Aile gibi filmler defalarca kez izlememize rağmen, yine olsa yine izleyeceğimiz filmler. Bugün bunu üretmek çok mu zor? Şu anda bir kez izlediğimiz filmi genelde bir daha izlemeyi tercih etmiyoruz.

ÖB:  Arada o tada yakın bir şey çıktığı zaman yine aynı oranda izleniyor. Mesela “Vizontele”, “Gora” için bunu söyleyebiliriz. Bizim “Deccal”de söylediğimiz üst akılın insan ilişkilerini getirdiği noktanın da payı var. Şu anda inandırıcı gelmiyor. Bugün “öyleymiş gibi davranmak” seyirciye geçmiyor. Mesela Emel Sayın, Metin Akpınar, Tarık Akan ve Münir Özkul’un oynadığı bir film vardı. “Yalancı Yarim”. Orada bir pazar yeri vardır. Herkes birbirine yardım eder, muazzam ortam Orada olmak için delirirsin. Filmin sonunda zengin alt edilir filan. Ama şimdi herkes zengin olmak istiyor. Diziler zengin jön pazarlamaktan başka bir şey vadetmiyor. O yüzden aynı şeyi söylüyorum, izleyicinin hayata bakışı değişmeden nitelikli ürünler tercih edilmez. Herkes Recep İvedik’i tokatlamaya çalışıyor. Tek suçu çok izlenmek. Adam kafamıza silah mı dayıyor?

EDK:  “Geçen sene 60-70 tane korku filmi üretildi.” dediniz. Siz bu çıkan korku filmlerinin hepsini izliyor musunuz?

ÖB:  Fragmanına göre karar veriyorum. Önyargılı kesinlikle olamam. Taklit olan kendi tarzını koymayan hiçbirine katlanamıyorum. Özür dilerim. Aynı  Seyirci ayrımı yapıyor. Bunu matematiksel olarak da görebiliyorsunuz.

EDK:  Türkiye’deki sinema eğitimini yeterli görüyor musunuz?

ÖB:  Ben sinema eğitimi almadım. Zaman zaman misafir hoca olarak, özel kurumlarda ders vermek için bir yerlere gidiyorum. Sinema eğitiminde dünya düzeyinden çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Öğrencinin bakış açısında sıkıntı var. Sıkıntı kimsenin sektör insanı olmak istememesinde. Herkes yönetmen olmak istiyor. Sen de yönetmen olmuşsun diyeceksiniz. Sorun şu insan hikaye anlatma isteğinin fıtratıyla doğar. Kamera bunun aracı. Ben kendimin farkında olduğumdan beri yani yaklaşık 20 yıldır hep başı ortası sonu olan bir şeyler üretmeye çalıştım. Bu yeri geldi düz yazı oldu, yeri geldi karikatür hikayeler oldu, yeri geldi tiyatro oyunu oldu, o süreç sizi en son derli toplu bi alana getirip bırakıyor. O yüzden eğitimde değil, öğrencilerin bakış açısında sorun var. Yoksa teknik ve kuramlsa sinema eğitimin dkümanlarının tamamı hem görsel hem yazılı internette mevcut. Sorun Kimse “Ben iyi ışıkçı, iyi sesçi olacağım.” diyerek yola çıkmaması. Daha disiplinli eğitim almak adına okulun katkısı var. Ben öneriyorum.

EDK:  “Supernatural”, “The Walking Dead” gibi korku dizilerin Türkiye’de başarılı örnekleri çok olmadı. Hatta bir dönem Supernatural Türkçe’ye çevrilecek denildiğinde sosyal medyada çok fazla tepki çekti. Bunu neye bağlıyorsunuz?

ÖB:  Daha önce de söylediğim gibi bizi eleştirenler daha “A sınıfı” ve ağzımızla kuş da tutsak bizi izlemeyecek. Adam onu izlemek istiyor ve o ayarda bir şey çıkmayacağını düşünerek “Sen yapma.” diyor. Ama sosyal medyada diğer konularda çok fazla A sınıfının sesi çıksa da genel de C sınıfının sözü geçiyor. (bu ayrımlar tiksindiri duruyor ama sektörel tanımlamalar yanlış anlaşılmasın lütfen) Bu gerçeği ülkemizde de yaşıyoruz. Normalde %10’u falan temsil eden bir tepki o tepkiler. 2-3 tane tırnak içinde entelin lafına bakıp bu işlerden kimse vazgeçmiyor zaten. Daha önce de yapıldı. Çağan Irmak, “Kabuslar Evi” diye bir şey yaptı. Döndürüp döndürüp yayınlıyorlar. İlk yayınlandığı dönemde çok izlendi. Bunlar ve biz kurbanlar olacağız. Bizden sonraki nesiller rahat edecek. Ama bir yerden başlamalı. Mesela “Masum” bu anlamda bir örnek. Şu anda biz zorlanıyoruz; ama 3 sene sonra başkaları rahat edecek.

EDK:  Son olarak eklemek istedikleriniz var mıdır?

ÖB:  Ortada çok şermiş gibi duran, hepimizin eleştirdiği ve korktuğu sinemanın gidiş yönü var. Ben bunun içinden bir hayır doğacağına inananlardanım. İnşallah o güzel şeyin içinde oluruz biz de. O yüzden çok enseyi karartmayalım.

Paylaş